19 Haziran 2016 Pazar

NAZIM HİKMET'İN "DÜNYANIN EN TUHAF MAHLUKU"NA YAZINSAL BİR BAKIŞ

DÜNYANIN EN TUHAF MAHLUKU

Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
           beş değil,
                      yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
                            deryayı  bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
                                    senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
                      kabahat senin,
                                     — demeğe de dilim varmıyor ama —
                      kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

Nazım Hikmet’in en bilindik şiirlerinden biri olan bu şiir edebi yönü dışında siyasal iletisiyle sıkça tartışılan şiirlerinden biridir. Bu yazının amacı siyasal iletilerden çok yazınsal bir değerlendirme denemesi yapmaktır. Amacım bu şiire yazınsal  bir yaklaşımla yeniden göz atmaktır.

Şiirde sık tekrarlanan sözcüklere ve yinelenme sayılarına bir göz atalım önce:

“Akrep” iki kez, “Serçe” iki kez, “Midye” iki kez,  “Kardeşim” altı kez.

Şiirde altı kez yinelenen o kardeşim sözcüğü şiire hoş bir ahenk katarken bu yinelemeler,  şiir kişisinin kardeşim dediğiyle aynı yerde durduğunu gösterir. O “kardeşimler”  sözcüğündeki bakış, aynı zamanda halka kızan kimi aydınların “bu halk adam olmaz” diyen tepeden bakışından ayırır şiiri.
Kardeşidir şiir kişisi diğerlerinin. Öğretmeni, lideri, şefi, aydını değil. Ama bu kardeş diğer kardeşlerden daha gerçekleri görebilen, daha öngörülü ve onlara yaptığı yanlışlardan dolayı sitem eden bir kardeştir. Kardeşlik,  sitem hakkını da barındırır ve kardeşin kardeşe yaptığı sitem kendini rahatlatmaktan çok diğer kardeşin gelecek günlerinin bugünden güzel olması ve yanlışa son vermesi için gereklidir.

Diğerleri kim? “Şarabını vermek için üzüm gibi ezilen yüzmilyonlar”. Dünyanın tüm ezilenleri… Şiirin muhatabı onlardır. O milyonlarla bir kardeş söyleşisi yapmaktadır adeta şiir kişisi. Milyonlarla kardeş olmak ve onlarla söyleşebilmek  ve bunu yaparken işi söyleve dönüştürmemek, sanatın sınırları içinde kalmak çok zordur. Bu şiir bunu yapmıştır.

Şiir kişisi kardeşlerine seslenirken onlara birtakım imajlar yükler. Akrep, serçe, midye, sönmüş bir yanardağ ağzı,koyun,derya içre olup deryayı bilmeyen balık gibi.

Şiir iki bölüme ayrılacak olsa ezilenlerin sönmüş yanardağ ağzına benzetildiği yedinci dizeye  kadar olan bölüm şiirin birinci bölümü olarak düşünülebilir. Yanardağa kadar “diğerleri” üç hayvanla simgeleştirilmiştir. Akrep,serçe,midye. Bu simgelerin neden seçildiğiniyse hemen arkasından açıklamıştır:

Karanlık içinde yaşamak, telaş içinde yaşamak ve kabuğunda yaşamak. Ezilenlerin kendi kabuğundan dışarı çıkmaması ve karanlık içinde yaşamayı tercih etmesine isyandır bu simgeleştirme bir bakıma, ama o isyan bir kardeşin kardeşlik sıcaklığıyla ifade edilmektedir. İmgelerin seçimi üzerinde de durmak gerekir. Akrep karanlığı tercih eder ve toprağın altında, taş deliklerinde yaşar. Serçe havada, midye ise denizdedir. Böylelikle onlar aynı zamanda dünyanın dört bucağıdır. İmajlardan akrep olumsuz çağrışım değeri taşırken, serçe güzelliği, özgürlüğü ama aynı zamanda çaresizliğiyle olumlu ancak güçsüz bir çağrışım değeri uyandırmaktadır. Midye ise hareketsiz bir deniz canlısıdır. Şiirde ezilenler yerin altında, havada ve denizde her yerdedir. Bu da şiire ayrı bir hava vermiştir. Tüm imajlar karada,denizde ya da havada değildir

şiirin ikinci bölümünün başlangıcı sayabileceğimiz sönmüş yanardağ ağzı imajında olduğu gibi  aynı zamanda tüm imajlar hayvan da değildir. Doğal şekiller, hatta “şarabını vermek için ezilen üzüm” imajında olduğu gibi meyvedir. İmajların bu kadar farklı alanlardan seçilmesi, onların çokluğunu ve çeşitliliğini aynı zamanda  insan tarafından hükmediliyor oluşunu çağrıştırmaktadır. İnsan doğaya hükmetmektedir çünkü. Ezilenler bu imajlarda da olduğu gibi insanlıktan çıkarak adeta doğadaki diğer canlılar ve oluşumlar gibi hükmedilen birer nesneye dönüşmüştür.

Bu hükmeden ve hükmedilen, ezen ve ezilen çelişkisi şiirin de temasıdır zaten.

Şiirde Mayakovski’nin dalgalı şiir tekniğinden yararlanılırken Divan şiiri geleneğinden de bir alıntı yapılarak yararlanılmıştır. Kanuni dönemi şairlerinden sufi şair Hayalî’nin bilmezler redifli gazelinin matla beyitinden bir alıntı vardır şiirde:
 “"cihan-ârâ cihan içindedir, arayı bilmezler
ol mâhiler ki derya içredir, deryayı bilmezler.”

Burada Divan şiirinin bir mazmunundan yararlanırken “gocuklu celep,salhane, kardeşim” vb sözcüklerde  halk söyleyişine değinmektedir. Yani şiirde sözcük seçimlerinde, imajlarda halk ve divan şiiri geleneklerinden esinlenirken  yararlanılırken o imajlara yüklenen yeni anlamlarda, yaratılan özgün imajlarda ve şiirin yapısında ulusaldan evrensele uzanan bir yaklaşım sezilmektedir.

Şiirin ikinci bölümünde ezilenleri ifade ederken koyun simgesi kullanılırken ezenleri ifade ederken yaygın kullanımın aksine çoban seçilmemiştir. Çünkü çoban, genellikle başkalarına ait olan  o hayvanları otlatan kişidir. Yani o da mülk sahibi değil, emekçidir. Oysaki celep koyunların ticaretini yapan kişidir. Mülk sahibidir.Bu da bilinçli bir seçimdir. Ve bu gocuklu celep –ki gocuğun da hayvan postundan yapıldığını unutmayalım- sopasını kaldırınca kendi kendilerine kesime girecekleri salhaneye (kesimevi) koşmaktadırlar. O gocuklu celepin sopasını düzen, zorbalık, egemen sınıfın baskı aygıtı olarak adlandırmak yanlış olmayacaktır.

Şiirde sitemin en belirgin olarak yapıldığı son bölümdeyse şiir kişisi bir ara söz açmadan şiiri sonlandırmaz. “Demeğe de dilim varmıyor ama” arasözünden sonra “kabahatın çoğu senin” der şair  ezilenlere ve dedikten sonra bir virgül koyarak “canım kardeşim” diyerek bitirir. Burada sitemini bir tepeden bakışla, halkı küçümseyen bir bakışla değil onları seven, onalrın davasına inanan, onlardan biri olan  bir kardeşi olarak yapmayı tercih eder.

17 Haziran 2016 Cuma

ESKİCİ ve OĞULLARI ROMAN İNCELEMESİ

Orhan Kemal'in yapıtının adının “Eskici ve oğulları” olması romanın bu üçlü üzerine kurulması üzerine düşünmek gerekir. Aslında eskicinin Zeliha adında bir kızı da olmasına rağmen romanın adında bile onun adı, cinsiyeti yoktur. 1940’ların Türkiye’sinde ana geçim kaynağı toprak olan, pamuk olan Adana’da feodal kültürün, erkek egemen anlayışın yansıması kitabın başlığına da sinmiştir. 

Yine eskicinin bir adının olmayışı da dikkat çekici. Roman boyunca yapıtin odak figürü olan eskici “topal eskici” olarak adlandırılmıştır. Mesleği ve fiziksel özelliğiyle.

 Anlatıcı okurun,  odak figürün özellikle bu yönünü seçmesini istemiştir. Eskici makineleşmeyle ve fabrikalaşmayla birlikte yaşamın ağır koşullarına direnen ve giderek emekçileşen  zanaatkar grubunu temsil etmekte, takma bacağı ise yine bir savaşın yadigârı olarak ömür boyu yanında taşıyacağı bir yapay organ olarak kalacaktır. İşin kötüsü uğruna savaştığı ve bir bacağını verdiği o vatanda yaşayanlar ona hak etmedikleri şekilde muamele etmektedir. Bu durum eskicinin ağrına gitmektedir.
Yapıttaki kişiler ve özellikleri şöyle sıralanabilir:

Topal Eskici: Bir bacağını savaşta kaybetmiş, her gece içen, ağzı bozuk, sahibi olduğu dükkanda iki oğluyla çalışan bir ayakkabı tamircisi.

Sürekli gelgitler yaşamaktadır. Sonunu düşünmeden çabuk sinirlenmekte, ağır sözler söylemekte, sonra da bu yaptığından pişman olmaktadır.

Anlatıcı eskiciye bir ad koymamıştır. Bir bacağını Trablusgarp savaşında yitirmiştir. Savaştan döndükten sonra makineleşmeyle ve karşısında başka bir dükkan açan diğer eskiciyle  rekabet edememekteyse de   eski dükkanında kıt kanaat geçimini sağlamaya çalışmaktadır. Bacağının yokluğu, zengin bir sülaleden gelip yoksulluk içinde yaşamak zorunda kalışı, geçmişe duyduğu özlem, devletin kendisi gibi gazileri kayırmıyor oluşu, mahallelinin/diğer esnafın alayları  onu büsbütün sinirli yapmıştır.

Bu ezilmişliği sürekli çevresine geçmişindeki şatafatlı yılları anlatarak, savaştaki kahramanlıklarını anlatarak bastırmak istemektedir.

Eskicinin karısı: Mahallede çocuğunu okutmuş ve maddi durumu iyi olan kadınlara imrenen bir mahalle kadınıdır. Tek derdi diğer mahalle kadınlarının (özellikle oğlu subay olan) aşağılayıcı tavırlarından kurtulmaktır. Ancak romanın genelinde Eskicinin karısı ve gelininin adı verilmez.

Anlatıcı kadınlara bir isim vermeyerek feodal kültür içinde kadının bulunduğu konumu  (kocasına karılık yapmak, ev işleri, çocuk yapmak biçiminde özetlenebilecek varlık nedeni) belirginleştirmiştir. Duygu Asena’nın deyimiyle “kadının adı yok”tur. Eskicinin karısı, diğer kadınlar tarafından aşağılanmasının acısını gelininden çıkarmakta, yoksulluğunu onun uğursuzluğuna bağlamaktadır.

Büyük oğul (Mehmet): Eskicinin büyük oğlu. Babasının kendisine, annesinin karısına karşı  hakaretlerine karşı suskun evli ve üç çocuklu birisi.  470 sayfalık yapıtta adı sonlara doğru bir kez geçmektedir. Anlatıcı büyük oğulu adı hiç geçmeyen anne ve gelinle aynı çerçevede değerlendirmiştir. O, aynı kadınlar gibi saygı,gelenek..vb adlandırmalar altında itiraz edemeyen, eline vurulup ekmeği alınabilen ve babası kendisini kovana kadar ağır şartlarda çalışmaya razı bir feodal toplum insanıdır.

Gelin : Sürekli kaynanasının hakaretlerine maruz kalan, büyük oğulun fedakar karısı.

Ayşe: Büyük oğulun 11 yaşındaki kızı. Bir ara halasının sevgilisi Ünal’dan hoşlanmıştır. Ergenlik dönemine geçişin izleri vardır. Cavit’in sürekli daha çok kayrıldığını düşünerek kendisini ispatlamak ihtiyacındadır.

Cavit: Büyük oğlun küçük oğlu.

Bebek: Büyük oğlun en küçük  çocuğu.

Ali: Eskicinin küçük oğlu. Babasına ve her türlü haksızlığa karşı sesini yükseltebilen, rest çekebilen sinirli ve gururlu bir çocuk. Eskici bariz biçimde bu çocuğunu kayırmaktadır. Ali’nin yaptığı hatalarda bile sesinin çıkmayacağını da bildiğinden büyük oğlu suçlar.

Zeliha: Eskicinin kızı. Babasının kendisini ikinci plana attığını düşünmektedir. Tarlada Ünal’la sevgili olur.

Ünal: Eskici ve ailesini Kütlü toplamaya getiren kamyonda muavin.Sonradan onlarla dost olur. Muavinliği bırakır. Zeliha’nın sevgilisi olur.

Zeynep: Ali’nin tarlada tanıştığı ve sözlendiği kız. Sonra da hep birlikte şehre getirdiği kız.

Yapıtta dikkat çeken bir özellik de yer ögesinin sınırlı tutuluşudur. Dört  yer sayılabilir:

Eskici dükkanı
Topalın evi
Adana’da yoksulların yaşadığı mahalleler
Çukurova’da kütlü toplanan tarlalar


 Mekânın Adana’daki emekçi mahalleleri ile Çukurova’daki tarım işçilerinin yaşadığı derme çatma çadırlarla (alaçık)  sınırlı tutulması  hem romanın teması olan yoksulluğu  vermeyi  hem de bu sınırlı mekanlarda psikolojik çözümlemelerin  yapılmasını kolaylaştırmıştır.


Anlatıcı psikoloji, sosyoloji, felsefe, folklor (halkbilim), ekonomi  ve yakın tarih gibi farklı disiplinlerden yararlanmıştır.

Romanda psikoloji ağır basmaktadır. Psikolojinin bu denli yoğunlaştırılması toplumcu gerçekçi bu eseri propogandist tarzdan uzaklaştırmış daha gerçekçi ve okunası kılmıştır. Eskicinin topallığı ve takma bacakları özellikle vurgulanmakta, ona bir ad verilmemektedir. Bu isimlendirmeme anlayışının daha derin psikolojik çözümlemeler yapabilme gereksiniminden doğduğu düşünülebileceği gibi,  bu kişinin bir tip olarak, toplumda karşılığı olan bir tip olarak algılanmasının istenmiş olabileceği nedenine de bağlanabilir.

Büyük oğlun kızı Ayşe’nin, kardeşi Cavit’e karşı gösterilen sevgiyi kıskanması,kendisinden yaşça çok büyük olan halasının sevgilisi  Ünal’a karşı duyduğu platonik aşk özelinde, kadın erkek ayrımının yarattığı bunalımla ergenlik psikolojisinin yarattığı bunalımın iç içe geçmişliği görülür Ayşe’de.

Erkek egemen toplumda kadının özlemleri, hırsları, kadın psikolojisi bağlamında çözümlenir.

Yapıtta toplumbilimin verilerinden de yararlanılmıştır. Geniş ailelerdeki çatlaklar, mahalle yaşamı, ezilmişlerin birbirleriyle ilgili çekememezlikleri gerçekçi bir anlatımla “ezilen yüceltilmesi” anlayışından uzak biçimde sergilenmiştir. Mahallelinin yaklaşım tarzı ilginçtir. Tarlaya gitmeden önce sürekli çocuklarının okumuşluğuyla, iş sahibi  olmasıyla diğer komşularına psikolojik üstünlük kurmaya çalışan mahalleli, tarladan tüm paraları bitmiş ve sıtmaya yakalanmış olarak dönen komşularına yardım etmek için birbiriyle yarışır. Mahallelinin tüm acımasızlığına karşın böyle de bir yönü olduğu vurgulanmıştır.

Topal eskicinin camiye giden, dükkânını besmeleyle açan, dinsel değerleri olan bir insan olmasına karşın parası olduğu günlerde rakı, olmadığında şarap içişi, yoksulluğun sorumlusu olarak tanrıyı ve onun yazdığı kaderi sorumlu tutması Anadolu’daki  özellikle Adana yöresindeki insanların bir kısmının dinselliğinin bilindik   din anlayışından farklılığı ortaya koyar. Burada anlatıcı folklor ve sosyolojinin verilerini ustaca sindirmiştir romana.

Birinci ve ikinci dünya savaşı yılları, 48’lerde başlayan Amerikancılık, traktörlerin tarıma girişi, Amerikan makinelerinin tarıma girişi, büyük sanayicilerin ve ihracat yapan büyük toprak sahiplerinin ekonomiye egemen oluşu, topal eskicinin işlerinin kötüleşmesi ekseninde kısa değinmelerle ele alınmış ve burada da ekonomi ve tarih biliminin verilerinden yararlanılmıştır.

Yapıtta  anlatıcı ilahi ve gözlemci bakış açısını kullanmaktadır.

Eleştiriler:

 Yapıtın temasını oluşturan temel çatışma toplumsal sorunlara dayalı çatışmalardır.Emekçilerin sınıf atlama isteği, ezilmişlerin birbirleriyle  dayanışma içinde bulunma yerine kendisinden  daha ezilmişini bulup kendi psikolojisini rahatlatma isteği, kadın sorunsalı (duygularına değer verilmeyişi, adlarının bile omayışı), yoksulların sosyal haklarının yok denecek kadar az oluşu (ölmek üzere olan büyük oğlun hastaneye alınmayışı, aç oldukları halde avans verilmeyişi, iş güvencelerinin olmayışı..vs) gibi konular yapıtta ele alınan konulardır.

Teknikler:

Babanın sürekli savaş yıllarını ve dedesinin zenginliğini kelimesi kelimesine tekrarlaması biçiminde verilen  leitmotiv tekniği, odak figürün acizliğini ve çaresizliğini etkileyici biçimde ortaya koymaktadır.

Yapıtta topal eskicinin çocuklarıyla, eşiyle ilgili düşündükleri, Zeliha’nın, Ayşe’nin, Ünal’ın bazen düzenli bazen düzensiz ve çağrışımsal düşünceleri verilirken bilinç akışı ve iç monolog tekniğinden yararlanılmıştır.

Biçem:

Yazarın biçeminde gerçekçi gözlemler vardır. Anlatılan olaylar sırasında yerel söyleyişlere yer verişindeki gerçekçilik , tarlada ve mahalledeki yaşama dair gözlemler ancak orada yaşamış olan birinin yazabileceği tarzdan gözlemlerdir. Kuruduğunda kömür gibi yanan koza kabuğu,üzerine yağmur değen pamukların değersizleşmesi, birçok yerde bereket olarak anılan yağmurun pamuk işçilerinin ekmek kavgası için nasıl bir kâbus olduğu, kentte yaşayanların kütlü toplamaya gidenler için düşündükleri ,  bu işi kendi memleketlilerine yakıştıramayışları, tarlada çalışanların yakalandığı sıtmaya karşı verilen kinin ilaçları ancak gözlemle elde edilebilecek bilgilerdir.

 Yöreye özgü ad, eylemle ve deyimler de  yapıtde sıklıkla kullanılmaktadır. (huş,taşçıkan: yoldan alınan yolcu, kütlü, şift,şirnemek(şımarmak)’, elci, alaçık,tarsusi (kahve sunum çeşidi)..vb ağız sözcüklerine de   yapıtde sıklıkla yer verilmesi  yine yapıtde gözleme verilen önemin göstergeleridir.

Gözlemin bu denli ağır basması yapıttaki  gerçekçi  yaklaşımın, dünyaya yoksulların gözünden bakıp onların çaresizliğini ve sahipsizliğini sergilemesiyse toplumcu bir bakışın belirtisidir.


Özet

Mahallede eskicilik yapmakta olan topal kazanılan paranın azlığından yakınmakta, çocuklarına sürekli küfürler etmekte, hayatı kendisine ve çevresine zindan etmektedir.
Topal eskicinin karısıysa mahalledeki diğer kadınlar tarafından sürekli aşağılanmaktadır.  Son olarak işlerin kesat gitmesi ve dükkanın fazla kişiyi kaldıramaması nedeniyle  büyük oğlanı işten kovunca küçük oğlan babasına kızar ve aağabeyiyle başka bir işte çalışmak ister.

 Ağabeyiyle birlikte babalarından bağımsız açacakları yeni ve seyyar  bir dükkanın hayalini kurarlar. Ancak bunun için paraya ihtiyaçları vardır. Bu parayı denkleştirmek için kütlü (pamuk) toplamaya gitmeyi düşünürler.

Baba küçük oğlanı çok sevmekte oğlanın aklına başka yerde çalışma fikrini büyük oğlanın soktuğunu düşünmektedir. Fikirlerini öğrenince o da karısıyla ve kızıyla oraya gelmek istediğini söyler. O ve karısı da gelirse güçler birleşir daha çok para kazanılır ve işi ısmarıççılığa çevirebileceğini düşünür. Bu fikri çocuklarına açar.Açacakları yeni işte kendilerine karışmayacağının güvencesini verir.

  Küçük oğlanın aklına yatmasa da bu fikir çocuklar tarafından kabul görür. Özellikle büyük oğlan babasını kıramaz ve kabul eder. Adana’nın yerlileri için kütlü toplamak bir itibar meselesidir. Ancak gelecekteki varsıl durumlarını hayal ederek yola çıkarlar.Hep birlikte bir kamyonun kasasında  tarlaya kütlü toplamaya gelirler.

Tarlada geçen günler boyunca Zeliha onları tarlaya getiren kamyoncunun yardımcısı Ünal’a aşık olur. Ayşe de çocuk olmasına rağmen Ünal’dan hoşlanmaktadır. Küçük oğlan Ali Ünal’a gıcık olmaktadır.

Günler bu şekilde geçip giderken Topal, paraların giderek suyunu çekmesi ve rakı alamadığı için bir sineğe küfür eder. Zaten babasının yanlarında gelmesinden hoşnut olmayan küçük oğlan babasıyla tartışır ve yatağını toplayıp abisinin alacağına yerleşir. Baba bu olaydan da büyük ağabeyi sorumlu tutar ve oğluna yumruğu indirir.

Ali babasının bu yaptığı üzerine babasına kendilerini yanında istemediklerini söyler ve o günden sonra baba, karısı, Zeliha ve Ünal tekrar şehre dönmeye karar verirler. Tarlada kalanlar sıtmayla ve dizanteriyle perişan duruma düşerler. Üstelik elci topladıkları kütlüyü tartmış ve tarlaya gelmeden önce aldıkları avansın yarısını bile çıkaramadıklarını söylemiştir. Bütün ümitler, seyyar eskici, duvarları resimli araba hayalleri  bir anda yıkılır. Bu arada küçük oğlan Ali oraya kütlü toplamaya gelen Zeynep’e aşık olur. Kendi aralarında sözlenirler. Çukurova’nın şartlarına daha fazla dayanamayan ve hastalık ve açlıktan perişan olan kardeşler yeniden şehre dönüp babalarına sığınırlar. Babası da eski huysuzluğunu bir yana bırakarak çocuklarının yeniden sağlığına kavuşması için tüm varını yoğunu satar.  Onları küçümseyen komşular da artık yardım eder hale gelmişlerdir. Hep birlikte iş aramaya başlarlar.

Eskici ve Oğulları, Orhan Kemal, Everest Yayınları, İstanbul-2015,470 s